23 Temmuz 2013 Salı

Çocuktan al erdemi...Özgürlük

 Bilgeliğin dudakları anlamayan kulaklara kapalıdır
Kybalion
Bir süre önce çocuklardan öğrenebileceğimiz şeylerle ilgili 2 yazı yazmıştım. http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/06/cocuklarm-benim-hayat-kocum-2.html Bu sefer de geçen hafta yürümeye başlayan oğlumdan feyz aldıklarımı paylaşmak istiyorum.
Bizim oğlan geçen hafta yürümeye başladı. O her gün yerlerde emekleyen, dizleri yerleri süpüren velet ayağa kalktı. Ne ayağa kalkış ama. Ne görkemli bir ayağa kalkış o ama. İlk denemeler doğal olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Her düştüğü sefer “mırın kırın etmeden”, “şikayet etmeden”, “görevinin bilincinde bir samuray iradesi” ile düştüğü yerden kalktı ve en sonunda ayakta durmayı başardı. Amacı oydu ve sadece ona odaklandı ve yaptı. Düşmeyi hiç düşünmedi, sadece yaptı, anı yaşadı. Eski Japon sözü gibi “acıkınca ye, yorulunca uyu”. Her düşmeden sonra bir önceki denemenin ona verdiği hazla bir sonraki denemesini merakla ve büyük bir şevkle yapıyordu. Yüzündeki gülümseme kanatlanmış da uçuyor izlenimi veriyordu.Gözlerindeki merak felsefe taşının sırrını keşfe bir adım yaklaşan bir simyacının meceracı ve muzip bakışları gidiydi. Sanki bir süre önce içinden çıkıp geldiği o bütünlüğün saflığını saçıyordu etrafa adeta.
Ayakta durmak demek yürümek demek değil tabii. Sendeledi durdu. Hatta onu kumda yürüterek Brezilya kung-fu’su “Capoeira”cıların dengesini kazansın istedim ve bizimkisi 2 gün sonra dengesini ayakta gayet iyi sağlıyor ve düşe kalka birkaç adım yürüyordu. Sonraki 2 gün ise kendi başına 20-30 adım atar oldu. Ve bugün istediği an kalkıp yürüdüğü bir oto-kontrol haline geçtik. Bir süre sonra da koşacak duracak ve oradan oraya zıplayıp oynayacak. Hayatın kuralı bu.
“Kargaya yavrusu şahin görünür” derler ve tabii ki ben de küçük oğlumun ayağa kalkışının haklı gururunu yaşıyorum bir baba olarak. Ancak bu gururun da ötesinde bu ayağa kalkışta ben bir erdem ve bir de hayatın akışına dair bir kural. Gördüğüm erdem “özgürlük”tü. Bir çok insanın kaydetmedikçe hatırlamadığı, hatta bilmediği “özgürlüğün değeri”ydi. İlk doğduğu an koyduğunuz yerde duran ve sadece en temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir bebek, zaman içinde daha fazla bedensel hareket kabiliyetine sahip olmaya ve sonra emekleyerek mekan içinde “hareket etme özgürlüğü”ne sahip oluyor. Emeklemenin verdiği kısıtlı özgürlük ise yürümek ile büyük ölçüde aşılıyor. Minik oğlumun gözlerinde gördüğüm o ışık işte o özgürlüğü kazanmanın verdiği mutluluk ve gurur hislerinin dışa vurumuydu. Ancak özgürlük sadece yürümek ile elde edilmiyor. Özgürlük ve özgürlükler hak edilmeli.
Özgürlükleri “bireysel özgürlük” ve “toplumsal özgürlük”ler şeklinde ikiye ayırmak mümkün. Bir çok insan bireysel özgürlüğü istediğini yapabilmek olarak anlar ancak “herkesin özgürlüğü bir diğerinin özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece yaşamaya hakkı vardır”. Bireysel özgürlük denince en temel 2 tür özgürlük “düşünce özgürlüğü” ve” vicdan özgürlüğü” dür. Bunların olmazsa olmazı “hür irade” ve “özgür düşünce”dir. Her fikri tohum ancak böyle bir ortamda sağlıklı olarak filizlenebilir. Bu 2 temel özgürlüğü “politik özgürlük”, “sosyal özgürlük”, “ekonomik özgürlük”, “davranış özgürlüğü” ve "inanç özgürlüğü" gibi diğer özgürlükler izler.  Toplumsal özgürlük denince akla bireysel özgürlüklerin toplamından fazlası gelir. Ben bunu Stephen Covey’in “karşılıklı bağımlılık” olarak adlandırdığı gibi açıklıyorum. Hayattaki her şey birbirine öylesine dahice bağlanmıştır ki, 1960’larda hava tahminleme sistemleri ile ortaya çıkan “kelebek etkisi” bu bağı en iyi şekilde anlatır.
Gördüğüm diğer şey ise hayatın ve olayların akışına dair bir evrensel yasaydı. Yaşamda bazı evrensel kurallar var ki bunlar hem mikro kozmos hem de makro kozmos seviyesinde insanlar farkında olmasalar da iş görüyor. Bunlardan bir tanesi de “döngüsellik yasası”dır. Yin Yang sembolünde beyaz ve siyah kısımları çevreleyen halka ile simgelenir. Bu halka üstündeki bir nokta zıt uçlar arasında sonsuz bir döngüyle gidip gelmekte ve her 2 aşamadan da geçmektedir. Evrende her şey bir diğer yasa olan “dualite” veya “kutupsallık” yasası gereği zıt kutuplar arasında salınıma maruzdur. Bu salınımı 2 boyutlu açıdan bakarsak düzenli bir sinüs eğrisine benzetebiliriz. Her inişin bir çıkışı, her çıkışın bir inişi vardır basitçe. Sinüs eğrisinin en alt noktasından en tepe noktasına kadar olan parabol eğrisi hem pazarlamacılarım “ürün yaşam döngüsü planlaması”nda kullandıkları, hem de ekonomistlerin “azalan verimler kanunu” ile açıkladıkları olguyu simgeler. 
Soldaki grafiğe bakarsak, bir sinüs eğrisinin gelişme noktasına dek olan yarım kısmını görürüz. Bir arabanın rölantiden kalkıp ilk hareketi alması ve ya bir tren lokomotifinin duruş halinden ilk hareketine başlaması gibi herhangi bir “sıfır noktasından harekete geçiş büyük enerji ister”. Hareketin başlamasıyla birlikte ise ilerleme daha kolay olur öyle ki her bir birimlik çaba için 2 birimlik bir ilerleme kaydedilir ancak eğride yukarı doğru ilerledikçe öyle bir noktaya gelinir ki 10 birimlik çabaya rağmen sadece 1 birimlik ilerleme veya kazanç bile elde edilemez. İşte bu noktada artık ilerlemenin bir faydası yoktur ve kısıtlı kaynaklar farklı alanlara tahsis edilebilir.
“Azalan verimler yasası” olarak ekonomistlerin tabir ettiği bir anlatımı gündelik yaşama indirgersek şu ortaya çıkar.
·         Hiçbir şey yoktan var olmaz ve bir zihinsel yaradım sonucu gösterilen bir çaba ile ortaya çıkar.
·         İlk hareketin başlamasıyla hemen mükemmelliğe ve en iyiye ulaşılamaz. Öğrenmek zaman gerektirir ve bebeğin emeklemesi gibi bir dönem gereklidir. Hemen sonuç almak ve maksimum getiri beklemek saflıktır, kendini bilmezliktir. Nitekim modern iş hayatında birçok insan ve şirket kendilerinin evrensel yasalar gereği yapamayacakları “Süpermen”liği başkalarından ister ve sonra olmayınca suçlarlar. Nasıl bir bahçedeki çiçeğin büyümesi için bir saat içinde tonlarca su dökmenin o çiçeğin çabuk büyümesine yardımı yoksa, gereksiz ve mesnetsiz çabalar da sonuç vermez, mutsuzluk getirir. O yüzden hayata , olaylara ve insanlara zaman vermek gerekir.
·         Emekleme dönemini bir “yürüme dönemi” alır ki bu dönem her şeyin olması gibi olduğu bir zamandır.
·         Ancak yürümekten daha iyisine yapabilir insan ve çalışarak bir koşma dönemi gelir. Bu koşma dönemi bereketin bereketi çekmesidir. Bir ustalık dönemidir.
·         Bu noktadan sonrasını çok az insan yapabilir ki bunu da bebek örneği ile açıklarsak “uçmak” aşamasıdır. Ustalık ustalığıdır. Bu öyle bir aşamadır ki insan yaptığı şeyi en seri ve en hatasız bir şekilde yapar. Ben buna uçmak aşaması diyorum. Uçmak ama yapabilene...
·         Hayattaki her gelişim bu 5 aşamayla açıklanabilir ve bundan sonrasını da tersi bir gerileme dönemi izler. Pazarlama uzmanları piyasaya sürdükleri her ürün için bu süreci planlar ve yönetir, ne zaman ki ellerindeki kısıtlı imkanlar ve piyasa koşulları eski ürünü çekip yerine yeni ürün sürmelerini gerektirir, o zaman kısıtlı kaynaklardan maksimum çıktı almak için yeni ürüne odaklanılır.
Bebek deyip geçmeyin. Bebekler de “hayat kitabı”ın bir parçası ve sundukları erdemler ve tecrübeler yakın süre önce geldikleri kaynağı yansıttığı ve bozulmamış oldukları için çok değerli. Tabii ki her zamanki gibi okuyana. http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/07/hayat-kitabn-okumak.html
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan
Copyright © 2013  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder