28 Mayıs 2013 Salı

Karşılaşmalar Oyunu

Hiç bir an için durup, yaşadığınız iyi ya da kötü şeylerin NEDEN başınıza geldiklerini düşündünüz mü?  Yaşamınıza kalıcı veya geçici olarak giren insanların neden sizinle olduklarını düşündünüz mü?  Neden o ortamda bulunduğunuzu ve o koşullarla çevrelendiğinizi düşündünüz mü? Acaba bu bir rastlantı mı? Yoksa her şeyin bir İsviçre saati kusursuzluğuyla işlediği bu evrende belli bir amaçla mı gelişmekte?
Hayat zıtlıkların döngüsel bir biçimde bizleri etkilediği bir tiyatro. Bu tiyatro hayatın ta kendisi.  Bu ezelden beridir oynanan bir tiyatro. Biz ise Dünya sahnesinde rol alıyoruz. Evet doğru; oyuncular bizleriz. Ama herkes kendi başrolünü oynuyor. Bu büyük tiyatroda diğer tüm unsurlar ise değişen perdelerdeki dekorlar. Bu tiyatronun amacı var; o da tekamül; yani insanın evrim yolunda gelişimi.  Tiyatrodaki her oyuncunun belli bir rol amacı ve karakteri var. Oyuncuların birlikte rol almaları ise tekamül için gerekli olan etkileşimi oluşturuyor. Bu etkileşim olmadan tek başına öğrenmek ve gelişmek olmaz. Mıcırlı taşların birbirine sürtmesi sonucu ortaya pürüzsüz ve cilalı taş çıkıyor.
Hayatta her şeyin bir varoluş ve amacı var ve ana tema da tekamül. Bizi çevreleyen tüm koşullar, ortamlar ve insanlar bizi bize yansıtan, kişiyi kendine bulduran AYNAlardır. Herkes belirli bir kader ile doğuyor ve seçim hakkı Roma’ya giden yollar olarak tanımlanabilir. Yani varılacak yer belli, ama yollar kişinin özgür iradesiyle yapacağı seçimlerine bağlı. Özgür irade varılacak noktada değil, yolların seçiminde var. Alınacak dersler belli, ama sınavlar özgür iradeyle seçilen yollara göre değişiyor. Öğrenilmeyen her ders bir sonraki sınavda daha zorlu bir şekilde karşımıza çıkıyor...ta ki biz öğrenene kadar.
 “Ne ekersen onu biçersin” demiş atalarımız.  “İyilik yap, iyilik bul” da demişler. Hatta kadim bir söz “düşündüklerinizden bile sorumlusunuz” der. Bu etki-tepki yasasıdır ve fiziksel ve ruhsal boyutta da geçerlidir. Fizik bilimi açısından baktığımızda kütlesi olan her cisim bir eylemsizliğe sahiptir. Newton’un 1nci Yasası olan “Eylemsizlik Yasası”na göre, her etkiyen kuvvet aynı derecede bir tepkisel zıt kuvvetle karşılaşır. Ne zaman etkiyen kuvvet tepkisel kuvvetten büyük olur, işte o an hareket başlar. Hareket etmeyen bir cisim, etkiyen bir kuvvete maruz kalmadıkça hareket etmeyecek VEYA hareket etmekte olan bir cisim bir tepkisel kuvvet ile karşılaşmadıkça hareketini değiştirmeyecektir. Einstein’ın e=mc2 formülüne bakarsak, Eylemsizlik Yasası’nın içinde yaşadığımız dünyada elle tutulur somut nesneleri enerjinin yoğunlaşmış ve katı hali olarak tanımladığını görürüz. Demek bu yasa enerji için de kullanılabilir. İnsan ruhu da böyledir ve eylemsizlik kanununa tabidir. Yaşamımızdaki tüm acı endişe, korku ve kaygılar bizi zorlayan ters yöndeki kuvvetlerdir ve insanı eksiklikleriyle test edip onu güçlendirecek sınavlardır.
Dinimiz Dünya’nın bir sınav yeri olduğu söylüyor. Tüm Semavi Dinler bu dünyanın insanın imtihan edildiği bir mekan olduğunu ve asıl amacın geldiğimiz kaynağa varmak olduğundan bahsediyor. Etki-tepki yasasının Doğu Felsefesi’ndeki karşılığı “Karma”dır ve bu düşünceye göre eylemlerimizin sonucu kişi kendi yaşamına yeni sınavlar çeker. Kişi eylemlerinin meyveleriyle test edilir. Ne zaman ki kişi eylemlerinin sonucundan bir çıktı beklemeden erdemlerle yaşar, çevresine ışık olur, o zaman artık kendisine karma yani sınav yaratmaz ve “samsara” döngüsünü kırar. O artık Nirvana’ya ulaşmıştır, kemale varmıştır, Adam Kadmon olmuştur, samadhi halindedir.
Her sınav kişinin gelişimi içindir ve kişinin geliştirmesi gereken özellikleri ile ilgilidir. Şöyle geriye bir dönüp, hayatınızda sizi zorlayan anlara bakın. İşte o anlarda mutlaka bir mesaj vardır. Bu hayatın mesajıdır. Hayat Okulu’nun mesajı. Yaşanılan şey kişinin o zaman diliminde ve bilinç seviyesinde öğrenmesi gereken bir hayat dersi ile ilgilidir. Bu bağlamda karşımıza çıkan insanlar, yaşanan olaylar, bulunan mekanlar bu tiyatronun değişen sahnelerindeki parçalardır. Herkes sahnedeki diğer oyuncunun sahnelediği rolün izafi olarak dekorudur.
Hemen şu an gözlerinizi kapatın ve hayatınızdaki önemli insanları düşünün. Onlarda nelere kızdığınızı düşünün? Hangi özelliklerini seviyorsunuz? Neler sizi rahatsız ediyor, neler ise memnun ediyor? Yaşadığınız zor zamanlarınızı düşünün. Biraz düşünce göreceksiniz ki, esasında çevrenizde kızdığınız, suçladığınız, sevmediğiniz kişiler aslında sizsiniz. Onlar sizin gelişime açık kendi özelliklerinizi yansıtıyor. Hayatınızdaki o insanlar sadece bu tiyatroda size AYNA tutuyorlar. Bu bir karşılaşmalar oyunu. Etkileşimde bulunduğunuz hayatınızdaki her kişi sizi size yansıtan bir AYNA. Sizin yapmanız gereken o AYNAda kendinize olabildiğince açık ve dürüst olarak bakmak. Tasavvuf’ta “sana söyleyene değil, söyletene bak” misali size söylenen her sözden ders alın. Onlar hayatın mesajıdır. Her eleştiri bir nimettir ve kişisel gelişim için fırsattır. Gelen eleştirilere olumlu ve ya olumsuz olsunlar sadece “Teşekkür ederim” deyin ve nafakanızı alın. Direnmek eylemsizlik yasasının eylemlerimizdeki yansımasıdır ve tekliğe varmanın önünde engeldir. Akışta olun, anı yaşayın ve çevrenizdeki herkesten feyz alın. O zaman hayat tiyatrosunun size sunduğu karşılaşmalar oyunu fırsatını gelişim için değerlendirmiş olursunuz.
Sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın.
Kenan Kolday

24 Mayıs 2013 Cuma

İnsanın Uyumlu ve Dengeli Gelişimi

İnsan denince akla genellikle etten kemikten, yaşayan ve nefes alan, hayvandan farklı olarak bir düşünme kapasitesine sahip ve bu yetisini içinde yaşadığı ortama hakim olmak için çözümler üreterek kullanan, içinde bir Ruh barındıran Tanrı’nın bir yaratımı gelir. Başta dinimiz olmak üzere tüm Semavi Dinler ve kutsal kitapsız öğretiler insanın dualist maddi ve manevi yönünden bahseder. Bu dünyayı bir öğrenme yeri olarak tasvir ederler. Öğrenmek için önce cehaletten çıkmak gerekir ve bu da farkındalık ile olur. Cehaletten çıkan insan ise, bilmek-yapmak-olmak yolunda kendince ilerleyerek bu “Hayat Okulu”nda öğrenmesi gereken dersleri öğrenir. Bilmek-yapmak-olmak yolu uzun ve zahmetli bir yoldur ve kendi tavşan deliğimizdir. Tavşan Deliğinde ne kadar derine inmek istediğimiz kendimize bağlıdır. Değerlerimiz, hayallerimiz, hayat amacımız ne kadar derine inmek istediğimizi belirler.
Cehalet ne kadar da güzel ve tatlıdır. Sorumluluğu yoktur. Bilmemek sorumlu olmamayı da yanında getirir. Ve bilmemekten ötürü ne kaçırdığının farkında olmadan yaşayan milyarlarca insan vardır.Fakat bir kere bilmek aşamasına geçildi mi, artık sorumluluk da başlar. Bu, ilerlemek ve paylaşmanın sorumluluğudur.
Uyanan insanın bu uzun gelişim/tekamül yolu insanın ancak kendinden mutlu ve tatmin olması ile sürdürülebilir olur. Bu mutlu ve tatmin olma hali ise insanın ancak 4 temel yönü ele alınarak sağlanabilir. Şimdi bu 4 temel yönü biraz açalım. İnsan denince hemen akla fiziksel beden ile ruhun uyumlu birlikteliği gelir. Ancak yukarıdaki ilk paragrafta bahsettiğim gibi, insan düşünen bir hayvan olmasından dolayı bir entelektüel yana da sahiptir. Buraya kadar insandaki 3 unsurdan bahsettik; beden-akıl-ruh. Beden insanın genetik ve fiziksel yapısını, akıl entelektüel yanını ve ruh da geldiği İlahiliğini yansıtır. Ancak insanın bir de duyguları  vardır ki hayatımızdaki önemi sebebiyle ayrıca incelemek istiyorum. İnsan ancak bu 4 temel alanlarda eyleme geçer ve gelişim sağlarsa, tam ve bütün olmayı başarır. Ancak o zaman sürdürülebilir bir başarı için gerekli iç huzur, mutluluk ve tatmine kavuşur ve yoluna devam edebilir.
Beden-duygular-akıl-ruh insanı oluşturan temel unsurlardır. Sezgileri ruhun bir parçası ve onun bir sesi olarak görmek ve ruhsal yönün altında ele almak mantıklı olur. Bunun yanında bu 4’lü içinde insanın içinde ve etkileşimde bulunduğu sosyal yaşamı da ele almazsak, insanı bireysel ve münzevi bir yapıya sokarız. Bu yüzden sosyal unsuru da duygusal alanın içinde ele almak iyi olur.
Tekrar etmek gerekirse, insan bu 4 temel alanda dengeli ve uyumlu, birbirini besleyen bir gelişme sağlarsa kendi içsel gücünü harekete geçirebilir ve sürdürebilir bir gelişmeyi yakalar. Peki her bir alanda neler yapılabilir? Bunun cevabı kişiden kişiye değişir, zira herkesin kendine özgü biricik, özgün ve zengin bir karakteri, iç dünyası, koşulları, amaçları ve karması vardır. Ancak standart bir cevap vermek gerekirse aşağıdakiler söylenebilir...
·         BEDEN – sağlık, beslenme, fiziksel güç ve dayanıklılık, iş ve kariyer, nefs, vs vs...
·         DUYGULAR – sosyal ilişkiler, iş ilişkileri, sanat, iletişim becerileri,
·         ZİHİN – kişisel gelişim, felsefe ve entelektüel gelişim, okumak ve öğrenmek, kendini gözlemlemek, vs vs
·         RUH – yardım etmek, insanların hayatlarına olumlu katkıda bulunmak, eğitim, içsel yolculuk, sezgileri, vs vs...
Her bir alan için farklı örnekler verilebilir ancak her insanın hayat amaçları onun bu 4 temel alandaki alt başlıklarını etkiler. Bugün hayallerinizi gerçekleştirme gücüne sahip bir insan olduğunuzu hatırlayarak işe başlayın. Siz özgün, eşsiz ve biriciksiniz. Gerçekten olanaksızsınız. Yeter ki niyet-gayret-kısmet edin. Nasıl bir hayat yaşamak istediğinizi bu 4 temel alan ışığında düşünün ve yazın. Sonra 4 temel alanın her birinde hayallerinizi ve hayat amacınızı yazın. Her bir kalem için kısa ve uzun vadeli aksiyonlar çıkarın ki bunları hayata geçirebilmek mümkün olsun. Unutmayın, her şeyi aynı anda yapamazsınız ve zamana ihtiyacınız var. Bu fizik planında niyetin sonuca ulaşması için “Gebelik Yasası” gereği bir zaman gereklidir. Ne ekerseniz onu biçersiniz, ama bu hasat zamanı sizin istediğiniz an değil, sizin hazır olduğunuz ve Allah’ın “kısmet” ile betimlediğimiz takdirine göre olur.
Bir şey istiyorsanız, onu gerçekleştirme potansiyeliniz olduğu içindir. Bu potansiyelin kinetiğe, yani fikrin eyleme dönüşmesi için de çaba, azim ve sebat gereklidir.
Sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın.
Kenan Kolday

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Şehirde Kamil İnsan Olmak

7 milyar insan bu güzel Dünya’da yaşıyoruz. Binlerce yıl önce birkaç milyon olan toplam dünya nüfusu günümüzde 7 milyara yaklaştı. Ancak binlerce yıldır artan dünya nüfusu ve bilgi seviyesine rağmen değişmeyen bir şey var ki; o da "BİLGELİK".  Bilgelik onca yıldız arasında pusula görevi gören, kutba işaret eden bir yoldur. Her şey değişse bile Platon’un “İdealar” fikriyle remzettiği gibi bilgelik değişmez. Zira bilgelik insana yukarıdan yansıyan tanrısal kelamın dışa çıkmasıdır. Bilge olmak ve kamil insan yolunda yürümek bir seçimdir. Bilgelik kemale varma yolunda önemli bir basamaktır. Her bilge kamil insan olacak diye de bir şey yok.
Bilmek, yapmak, olmak çok farklı bilinç ve tekamül seviyeleridir. Mevlana “hamdım, piştim, yandım” demiş.  Cehalet tüm kötülüklerin başlangıcıdır ve kişinin bilmediğini bile bilmediği, uyuduğu, çevresindeki günlük ve doğal etkilere otomatik cevap verdiği, verdiği cevabı bile düşünmediği, hatta cevabının bile farkında olmadığı bir durumdur. Fiziki yaşça büyük bir insandır, ama ona doğumu sonrası çevresel etkenlerin yazdırdığı kişilik yazılımının etkisi altında ne yaptığını bilmeyen bir çocuk gibidir. Ancak bir gün bir uyanış olur. Bu uyanış için Gurdjieff’in “ilk etki” olarak adlandırdığı bir dış unsur gereklidir.  Aynı, kişinin uykudayken sokaktan geçen gürültülü bir arabanın sesine uyanması gibi. Veya rüya gördüğünüz sırada bilmediğiniz bir hisle rüyadan ansızın uyanmanız gibi.
Uyanmak için her zaman fırsat vardır!! Uyanışa sebep olan ilk etki her zaman farklı biçimde karşımıza çıkar. Uyanış tek taraflı olmaz ve başlaması için bir alıcının olması lazımdır. Bu bir evrensel kural olan dualite gereğidir. Ne zaman ki kişi uyanmayı seçer; işte o an süreç başlar.
Ancak bilmek nereye kadar? Bilmek yetmez tek başına. Sadece bilecek ama uygulamayacaksan, yaşamın içinde bildiklerini hayata geçirmeyeceksen...neden öğreniyorsun ki? Deneyimin getirdiği öğrenme olmaksızın, bilmek bilmek midir?  Öğrenmek güzeldir, ama öğrenme alanında gereğinden fazla kalmak ise kişiyi kendi zihninde yaşamaya ve hayatın içinde öğrendiklerini uygulayarak öğrenmek fırsatından mahrum bırakır.
Bildiğini uygulamaya geçen insan bilgelik yolunda sıkı ve net adımlarla yürür. Artık bilmekten yapmaya geçmiştir. Bu yolda hata diye bir şey yoktur, sadece deneyim vardır. Deneyimler sonucu olumlu veya olumsuz ders çıkarmak ve değişim yolunda kullanmak doğru şeydir.  
İşte bilgelik bu noktada önemli. Bilmek yolunda erdemleri öğrenerek, anlayarak ve hazmederek her bir erdemi kendi yaşamımızda hayata geçirebiliriz. Yine Mahatma Gandhi’nin o meşhur sözüne dönersek ve psikoloji ışığında incelersek değişim için kilit taşının “ALIŞKANLIK”lara odaklanmak olduğunu görüyoruz. Alışkanlıklar yeniden düzenlenebilir ve bunun için önce ilk uyanış mesajını algılamak, sonra uyanmayı seçmek ve sonra da düşünce, söz, duygu ve eylemde harekete geçmek gerekir.
Ne zaman ki bir erdemi nefes alır verir gibi uygulayabiliriz, işte o zaman yapmaktan olmaya geçeriz. Bu Taoizm’de “Wu Wei” olarak bahsedilen “bilmeden bilmek” ve ya “olmadan olmak” ve ya “yapmadan yapmak”  halidir. Çabasız tezahür halidir.
Bilmek-yapmak-olmak basamaklarında yürümek bir seçimdir ve bilgelik yolunda önemli adımlardır. Bilgeler kamil insan olma noktasına yaklaşmışlardır. Zira erdemleri nefes alır verir gibi uygulamak bile Tasavvuf’ta “Vahded-i Vücut”, Budizm’de “Nirvana”, Kabala’da “Adam Kadmon”, Yoga’da “Samadhi” haline getirmeye yetmez. TEK ve BÜTÜN olanın içinde erimek, ten kafesinden kurtulmak bir öte zihin ve ruh halidir ve yine bu yolda ilerlemek bir seçimdir.
Gerek bilgelik hikayelerinde, gerek masallarda dağlarda yaşayan ve münzevi hayatı sürerek, toplumdan ve hayattan uzak, tüm bunları terk ederek yaşayan bilgelerden bahsedilir. Bu bilgeler her şeyi TERK ederek, bir münzevi hayatı yaşar ve kamil insan olarak halk tarafından sevilip sayılırlar. Bu çok zor ve saygıdeğer bir yoldur. Ancak her şeyi terk etmek, yokluk içinde her an tefekkür ile nirvanaya varmak herkese uygun bir yol değildir. Bu bir seçimdir ve çok saygıdeğer bir seçimdir, çünkü az insanın alabileceği bir cesaret ve özveriye dayalıdır.
Ancak bir mağarada veya ormanda münzevi hayatı yaşayarak kemale varmak ile şehirde kemale varmak arasında büyük bir fark vardır. Şehir hayatı münzevinin terk ettiği karmaşanın tam da göbeğidir. Ne ormanın ne de bir mağaranın huzur veren, sakin ve güvenli, tefekküre olanak veren ortamı vardır. Önemli olan işte tam bu kargaşanın ortasında kamil insan olabilmektir. Önemli olan öğrenilmiş ve uygulamaya geçirilen erdemlerin işte tam bu şehir hayatının koşuşturmacası içinde hayata geçirebilmektir. Patronunuzdan fırça yediğiniz bir gün ile ormanın sakin köşesi içinde etkilerden uzak sakince geçirilen bir gün arasında büyük bir fark vardır. Ya da yeni doğmuş bebeğini 2 saatte bir emziren ve aradaki 2 saatlik zaman dilimlerinde dinlenmek ile bebeğin diğer ihtiyaçlarını karşılamak çabasında olan bir annenin bir günü ile de kıyaslayabiliriz. Ya da evini zar zor geçindirmek için üç beş kuruş para kazanmak için zor şartlarda çalışan bir işçinin yaşamıyla da. Kesinlikle münzevi hayat zordur ve takdir edilmesi gerekir, ancak böyle bir hayat doğası gereği terk üstüne kurulduğundan kaçışa dayalıdır ve şehirde kemale varmaktan farklıdır.

Şehirde kemale varmak demek hayatı akışta kalarak yaşarken erdemleri nefes alır verir gibi uygulayabilmek ve aynı zamanda Tekliğe varabilmek demektir. Bir insan olarak ebeveyn, oğul/kız, dost, arkadaş, patron, çalışan, birey,  vb tüm rollerinizi gündelik yaşamda doğru ve eksiksiz bir şekilde oynamaktır. Bu rolleri oynarken de bir birey olarak kendinize yönelik sorumluluklarınızı yerine getirip mutlu ve tatminkar bir hayat yaşarken aynı zamanda içinde bulunduğunuz aile, akraba, iş, toplum vs gibi topluluklarda da sorumluluklarınızı onlara karşı yerine getirmeniz demektir. Ve bunca etkileşim içinde her zaman erdemli hareket etmek, erdemleri her daim ve her koşulda uygulamaktır. Sözüyle değil, eylemiyle konuşan birisi olmaktır. Hem bu dünyada bilfiil yaşarken, hem de ruhsal bütünlüğe kavuşmaktır.
İşte bu yüzden şehirde yaşarken bilge olmak ve ötesinde kamil insan olmak zordur. AMA mümkündür de. Her şey bir SEÇİM ile başlar. Olmak ya da olmamak. Yapmak ya da yapmamak. İstemek ya da istememek. Ne yapmak istediğinizi seçin ve sonra aksiyona geçin. “Aramakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlardır.”
Sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın.
Kenan Kolday

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Matrix'ten Kaçış

Wachowski Kardeşlerin ünlü “MATRIX” üçlemesi bazen güzel dövüş sahneleri olan bir aksiyon filmi, bazen bir bilim kurgu filmi olarak adlandırılsa da “uzakdoğu felsefesi” ışığında hayata ve içinde yaşadığımız bu “kozmik tiyatroya” dair çok şey anlatmaktadır. Amacım bu yazımda “Matrix” filminin felsefi ve ezoterik açıklamasını yapmaktan ziyade, “Matrix” ile sembolize edilen içinde bulunduğumuz ve şuursuzca yaşadığımız otomatik yaşam, bunu bize yaşatan kişiliğimiz ve şuursuz bir yaşamdan “UYANIŞ”a dair fikirlerimi paylaşmak.
Her şey doğum ile başlıyor bu dünyada. Her insan doğum anında genetik mirası ile birlikte bir de belirli bir MİZAÇ ile de doğuyor. Çocuğu olanlar çok iyi anlayacaklardır; her yeni doğan bebek kendisine özgü, farklı, biricik ve eşsiz bir varlık olarak dünyaya geliyor. Bir çocuğunuz sanki ruhunuza işleyen bakışlara sahip bir küçük Buda gibi size bakarken, diğeri ise daha ilk günden hayata muzip ve alaylı bir şekilde haylazca bakabiliyor. Bir çocuk bir Herkül olacakmışçasına kaslı ve güçlü bir yapıya sahip olurken, diğeri sıska, çelimsiz ve sanki ileride rüzgarla devrilecekmişcesine güçsüz olabiliyor. İkizleri olan bir anne baba bile, aynı anda doğan tek yumurta ikizi 2 bebeğin farklı tarzlara daha ilk doğum anından sahip olduğunu görür. İşte bu mizaçtır. İster astrolojik açıdan gezegensel dizilimler ve yıldızların etkisi deyin, ister o an dünyaya gözlerini bir beden içinde açan ruhun içsel gücünün dışa yansıması deyin, MİZAÇ doğum anında bizimle dünyaya geliyor. Mizaç bir yetişkin insanı o insan yapan şeylerin kabaca 1/3’ü.  Ama mizaç ve genetik her şey değil.
Geriye kalan 2/3 ise çevresel faktörler ile şekilleniyor VE çevresel faktörlerin şekillendirdiği kişiliğin bu 2/3’sinin yine 2/3’si 0-7 yaş içinde gelişiyor. Yani yetişkin bir insanın %78’i (0,33+0,67*0,67=0,78) daha 7nci yaşında şekilleniyor. İşte bu yüzdendir ki, ilkokul öncesi eğitim ve öğretim bu büyük önem kazanmıştır. Zira, her birimiz 0-7 yaş arasında yaşadığımız hayat tecrübeleri sonucu aldığımız çocukluk kararlarının şekillendirdiği kişiliğimiz ile hareket etmekteyiz. Herhangi bir olaya verdiğimiz tepki, ve ya herhangi bir etkiye verdiğimiz şuursuz tepki, 7nci yaşımıza dek çoğunluğu şekillenen kişiliğimizden kaynaklanıyor. Şuursuz diyorum çünkü bu bir yazılım ve bir kere yazıldı mı biz fark edene ve yazılımı “hack” edene dek Gurdjieff’in “otomat” olarak tabir ettiği şekilde dış dünyadan gelen etkiye şuursuzca tepki veriyoruz.
Mizaç ise kişiliğin gelişmesi sırasında 0-7 yaş döneminde yaşanan deneyimlere nasıl tepki verdiğimizi belirliyor. Yani mizaçları farklı olan 2 ikiz bebek, aynı evde, aynı ebeveynlerle, aynı koşullarda gelişen olaylara farklı tepkiler verip kendi mizaçlarına göre farklı çocukluk kararları alabiliyor ve farklı paradigmalar, değerler, inançlar ve maskeler seti geliştirebiliyorlar. Özetle mizaç doğarken bizimle geliyor ve sonra da paradigmalar, değerler, inançlar, davranış kalıplarının eklenmesiyle kişilik oluşuyor.
Yani doğum anında TEK ve BÜTÜN olanın kusursuz bir parçası olan ruh, dünyevi yaşam yolculuğunda büyük kısmı 0-7 yaş arasında yazılan ve otomatik olarak güncellenen bu yazılım ile bütünlüğünü kaybediyor.  “Bu yüzdendir ki, çekilen en büyük acı insan kişiliğimiz ile daha yüksek yaradılışımız arasındaki bölünmeden kaynaklanır” diyor Debbie Ford. Özellikle 0-7 yaş arasında tecrübe ettiğimiz olaylar çocukta bazı “korku”ların oluşmasına neden olur. Gelişen korkular sonucu, normalde insanı tehlikelerden korumak için orada olan “ego” gelişmeye, “yaralı ego” halini almaya başlar. Bu yüksek kişiliğimizden (özümüzden) ayrılmanın, bölünmenin başlangıcıdır. Yüksek kişilikten uzaklaşma veya bölünme, yaşamda ayakta kalma (survival) içgüdüleriyle belirli maskelerin oluşmasına neden olur. Bu sahte kişiliktir. Romalılar’ın “persona” olarak adlandırdığı bu maskeler Tanrısal bütünlüğümüzü, ruhsal özümüzü kalın bir tabakayla çevreleyen kalkanlar gibidir ve “etkiye verdiğimiz tepkiyi” belirler. Bu maskeler bizim hayatta kalma yollarımız ve kalkanlarımızdır. Bölünme sonucu kendimizi yeniden “BÜTÜN” hissetmeye çalışırken kendimizi bu dış kabuk ve ya maskeler ile donatırız ve güvende hissederiz.
Yani 70 yaşında bir insan bile, eğer yazılımın fark edip onu değiştirmeye çalışmadıysa henüz, 0-7 yaş dönemindeki çocukluk kararları sonucu edindiği kişilik ile hareket ediyor. Hepimiz esasında yaşımız ne olursa olsun 7 yaşındaki bir çocuğuz diyebiliriz. Doğum anında farkında olmadan sahip olduğumuz BÜTÜN”lüğümüzü, yıllar için yaşam mücadelesinde kaybediyor ve sonra o kaybedilen “BÜTÜN”lüğe bu sefer bilinçli bir şekilde ulaşmaya çalışıyoruz. Bu bir deneyim oyunu.
Daha da ötesi, bizler ailelerimizden miras aldığımız yaşam stilini “armut dibine düşer” misali devam ettiriyoruz...tabii ki eğer bu kısır döngünün farkına varıp da daha iyiye doğru değiştirmez isek.  Bu jenerasyonlar boyu devam eden kısır döngü ve doğum ile kaybettiğimiz İlahi gücümüzü şanslı olan bazılarımız, gerek kişisel gelişim, gerek felsefe ve ezoterik öğretiler, gerekse salt akıl ve hikmet ile yaşamımızın ilerleyen yıllarında kendini bilme yolu ile tersine çevirebiliyoruz.
İşte bence Matrix adlı üçlemede anlatılan gerçek matrix bu. Bu psikolojik unsurların yazdığı bir matrix’tir. Bu bilinçsizce yaşadığımız Matrix’tir. Ruh bedenlendiğinde beden ve mizaç onun hardware’idir. Ünlü Hint destanı “Mahabharata”nın bir parçası olan ve “Tanrının Ezgisi” anlamına gelen “Bhagavad Gita”da bahsedildiği gibi “Bireysel BEN maddi beden arabasındaki sürücüdür”. Bu hardware, bir PC ve onunla gelen DOS gibidir. Ancak biliyoruz ki hiçbir hardware, yazılım olmadan çalışamaz. Yine PC örneğinde olduğu gibi PC’nin amacını gerçekleştirmesi için bir ana yazılıma ve daha detay amaçlara hizmet eden spesifik yazılımlara ihtiyacı vardır. Kişilik yazılımının önemli bir kısmı bizlere 0-7 yaş arasında yüklenmekte, blu çağında modifiye edilmekte ve sonraki yaşlarda rötuşları yapılmaktadır. Bu yazılım bizim etkiye verdiğimiz tepkilerimizi belirleyen paradigmalarımız, değerlerimiz, hayallerimiz, korkularımız ve yaşam biçimimizi barındırır.
ANCAK şanslıyız ki, bu yazılım biz kalıcı sansak da kalıcı değildir. Günlük hayat mücadelesi sırasında yaşanılan iz bırakan olumlu ve olumsuz tecrübeler yeni değişimlere sebep olur. Mahatma Gandhi esasında reçeteyi vermiş...
"Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür.
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.

Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin, KADERinize dönüşür."


Bu şuursuz bir yaşamdan, etkiye bilinçsizce tepki veren robotik davranış kalıplarından, UYANIŞ’ın reçetesidir. UYANIŞ kolay değildir ve çaba gerektiren uzun zahmetli bir yoldur. Hemen ŞİMDİ başlayın. İlk işiniz Stephen Covey’in o ünlü “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabında bahsettiği gibi; gelen etki ile verdiğimiz tepki arasına özgür irademizden gelen “SEÇİM HAKKI”mızı koymaktır. Dış unsurları ve bize yansıyan etkilerini seçemeyiz ancak tepkilerimizi seçebiliriz. Her şey seçimle başlar...KIRMIZI HAP, MAVİ HAP meselesi ve sonra Tavşan Deliği’ndeki sonsuz uyanış yolculuğu devam eder....

Sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın.
Kenan Kolday

11 Mayıs 2013 Cumartesi

21 Aralık 2012 geçti, peki ya şimdi?

2012 yılı sanırım son zamanların ek konuşulan yılı oldu. Zira 2012 yılı, Mayalar’ın başını çektiği 21 Aralık 2012’yi işaretleyen takvim ve kehanetler sebebiyle insanların kıyamet ve ya büyük değişim beklentileriyle dolup taştığı bir yıl oldu.
Önce geçmişe kısaca bir bakalım. Takvimler ve kehanetler nasıl ortaya çıktı hatırlayalım.  İnsanlık tarihi boyunca farklı kültürler farklı yaşam tarzları ve ilgi alanlarına sahip olsalar da, hepsi önce yaşamak ve ayakta kalmak için Maslow’un Piramid’indeki temel ve fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya odaklandılar. Avcılık ile başlayan bu yolculuk daha sonra tarım ile birlikte yerleşik düzene geçişi getirdi. Doğa’da ilkel insanın anlamadığı pek çok şey oluyordu, şimsekler, yağmurlar, kar, seller ve hatta Tufan. Hepsi anlaşılmazdı ve zamanlar bu doğal faaliyetleri tanrısallaştırdılar. Tarım yapabilmek için ise Doğa’yı gözlemlemeye ve onun düzenini anlamaya çalıştılar. İşte bu noktada belirli bir takvim oluşturmak ve günlük faaliyetleri buna göre idare etmek gerekti. Mevsimlerin ve onlarla gelen doğa olaylarının bir döngüsü vardı ve öngörülebilirdi. Öngörülebilen bir şeye de uyumlanabilirdi topluluklar. Zamanla insanoğlu hep başını kaldırdığı ve yukarıdan geldiğini hayal ettiği Tanrılarıın diyarı olan gökyüzüne ve yıldızlara dikti dikkatini. Bu noktada Astroloji ve Astronomi büyük önem kazandı.
Tüm kadim topluluklara baktığımızda astroloji ve astronomiye bugünün toplumlarından daha fazla önem verdiklerini, şehirlerini bunlara göre dizayn ettiklerini, hatta yaşamlarını bunlara göre düzenleyip, adaklarını bile buna göre sunduklarını görürüz. Hatta astoloji ve astronomiye hakim olduktan sonra çarkları ileriye çevirmeyi de düşünüp geleceği ve getirdiklerini öngörmeye çalıştılar. Krallar savaşlara girerken astroloji ve yıldızlara danışır oldular.  
Mayalar tüm toplumlar arasında en ileri astronomi bilgisine sahip olan topluluktu ve takvimleri en iyisiydi. Gerçi Hindistan’daki binlerce yıllık kadim Vedik metinler Brahma’nın döngüsel olarak tezahür ettiği Brahma’nın gündüzü ve geceleri kavramıyla döngüsel bir evrensel tezahür ve yıkımdan söz ederler ve milyarlarca yıla tekabül eden Brahma’nın bir gününü çeşitli alt periyodlara bölen bir takvime sahiptirler. Bu sınıflandırma kadim Hindu rahiplerine geleceğe dair evrensel ve astronomik öngörüler yapma olanağı da kazandırmıştı. Hindu kozmolojisine göre bizler şu an Kali Yuga döneminde yaşıyoruz ve bu dönem toplumsal ahlak ve değerlerde bir çöküşün tüm dünya genelinde hakim olduğu bir çağ olarak geçer ki bu dönemi bir yükseliş dönemi takip edecektir.
Sümerliler de gökleri incelediler ve tıp, astronomi, matematik ve diğer alanlarda o zamana göre inanılmaz karmaşık ve dokümante edilmiş, hatta günümüz biliminin bakış açısını yansıtan bilgilere sahip oldular. Okul zamanlarından hatırladığımız Hammurabi Kanunları, tekerleğin keşfi, hastalıkların ve çözümlerinin sınıflandırılmaları gibi yaklaşımlar Sümerliler ile ortaya çıktı. Ancak tarih sayfasından bir anda beliren Sümerliler çok kısa zamanda tekerleğin keşfinden usta Zigurat yapımcıları haline geldiler ve ileri seviyede astronomi bilgileri edindiler. Ne oldu da bir toplum bu denli kısa sürede böylesine büyük gelişim kaydetti?  Kadim Sümer metinleri Marduk adında bir gezegenden bahseder. Marduk bizim Güneş sistemimizin bir parçası olmakla birlikte bilinen 9 gezegenden farklı olarak 3600 yıllık bir yörüngeye sahiptir ve 3600 yılda bir çevresindeki 3 ayı ile birlikte Jüpiter ve Dünya arasından geçerek gezegenimizde büyük değişimler meydana getirmiştir. Bu yüzden de “Geçiş Gezegeni” olarak adlandırılır. Zecheria Sitchin’in “12nci Gezegen” adlı kitabında bu konuda derin ve gayet detaylı açıklamalar vardır. Marduk’un bir önceki geçişi M.Ö. 1600’lü yıllarda olmuştur. Thera Yanardağı’nın patlaması kadim metinlerdeki anlatımlara göre Hindistan’dan bile duyulmuş ve patlama sonrası atmosfere atılan küller yüzünden Akdeniz bölgesi 6 ay boyunca güneş ışığından mahrum kalmıştır. Her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanmamışsa da eğer gerçekte varsa, Marduk’un bir sonraki geçişi bu yüzyılda olacaktır ve 2012 kehanetçileri bu yüzden 21 Aralık 2012’yi Marduk ile de ilişkilendirmişlerdir.
Mayalar takvim ve astronomi konusunda en ileri toplumdu. Her ne kadar ilkel ve basit bir yaşam yaşasalar da nasıl olduysa bu 2 alanda göründüklerinden öte çok derin bir bilgiye sahiptiler. Mayaların takvimleri birkaç bin yıllık bir dönemi kapsamasının ötesinde milyonlar hatta milyarlarca yılı kapsayan bir takvimdi. Neden bir toplum böyle bir takvim geliştirsin ki? Neden buna ihtiyaçları olsun ki? Hindu kozmolojisi de aynen milyarca yıllık bir döngüden bahseder ve o zamanlar 40 yıldan fazla yaşamayan insanlarla nasıl oldu da böylesine inanılmaz uzun dönemleri kapsayan takvimler geliştirdiler ve hatta nasıl oldu da doğayı böylesine gözlemleyebildiler? Belki de Mayalar ve Hindular hatta Sümerler de, bugün piramitler, ziguratlar, mega antik şehirler, astronomik takvimler, mitler ve hikayeler ile ardlarında dağınık ve birleştirilmesi zor bilgi kırıntıları bırakan çok gelişmiş daha eski bir toplumun Tufan öncesi bazı bilgilerinin bugüne köprü olacak şekilde ışık taşıyan elleriydiler. Kim bilir?
Ancak 21 Aralık 2012 geçti gitti ve o gün hiç birşey olmalı. Ne kıyamet, ne felaket, ne Tufan, ne Foton Kuşağı ile gelen karanlık ve ne de dünyadışı varlıkların dünyayı istilası ve ya kurtarışı. Bence bunun hiç bir önemi de yoktu zaten.  Bunlar olsa ne olur? Tabii felaket denilince akla hemen maddi ve manevi sahip olunan ŞEY’lerin telafili ve ya telafisiz bir biçimde kaybı geliyor. Korkutucu olan da bu. Ölüm ve kaybetme korkusu insanın en temel korkusudur. Kıyamet Günü, günah-sevap dengesi, cennet-cehennem korkusu vs de bunu izliyor.
Farzedelim ki gök gürledi ve yer yarıldı ve kaçacak yer yok. Ne yapabilirsiniz ki kendiniz ve sevdiklerinizi korumaktan başka? Yapabilecekleriniz bir yere kadardır ve sonrası Makyavel’in Prens adlı kitabında bahsettiği gibi “talih ve erdem” ile bahsettiği gibidir.  Yani kişi erdemlerini ve kendini geliştirmek için durmadan ve yılmadan çabalar VE talih kapısını çaldığında o talihi yakalayabilecek farkındalık ve yetkinliğe sahip olur. ANCAK erdemlerini ve kendini geliştirmeyen kişi, talih kapısını çalsa bile bunun farkında olmaz ve farkında olsa bile talih trenini yakalayamaz. Burada talihten kastım Milli Piyango ile gelen talih kuşu değil, hayatın karşımıza sunduğu fırsatlardır....aşk, iş, yeni bir yol, öğrenme fırsatı, vs.  Yani erdemlerinizi bilediyseniz, iyi insan olduysanız yapmanız gerekeni yapmışsınızdır.
2012 ve ya sonrasında herhangi bir doğal afet olsun ve ya olmasın, önemli olan kişinin tekamül seviyesidir. Her şey yıkılsa bile eğer kişi tekamül seviyesine göre kurtulacaksa, kurtulacaktır. Önemli olan kurtulmak ve ya kurtulmak düşüncesi de değildir... esas olan Hint Felsefesi’nde “Karma Yoga” olarak bahsedilen, “herhangi bir faaliyeti o eylemin meyvelerini düşünmeden yapmaktır. Sadece doğru olanı yapmak adına yapmaktır”.  Yani “bunu yaparsam ne olur, ne fayda sağlarım”, ve ya “neyi kaybetmem” vs tarzı determinist davranmaya çalışmak ve korku, kaygı, endişe ile hareket etmemektir. Gereken neyse onu yapmaktır. Bir örnek üstünden gitmek gerekirse, farzedelim ki bir iş görüşmesine gidiyorsunuz ve şıkır şıkır takım elbisenizi giymiş 30 dakika sonraki görüşme için aracınızı park etmiş kaldırımda yürüyorsunuz. Tam o sırada bir araç yakınınızda kaza yaptı ve aracın içine bir çocuk sıkıştı. Ve çevredekiler bir şey yapamıyor ancak siz aldığınız arama kurtarma eğitimi sonucu ne yapmanız lazım biliyorsunuz. Vurucu soru şu...30 dakika sonra olan ve hazırlandığınız hayalinizdeki iş için olan görüşmeye gecikmemek için olayı pas mı geçersiniz YOKSA durup yapmanız gerekeni yapar ve çocuğu kurtarır mısınız? Tabii burada bahsettiğim “sonunu düşünen kahraman olamaz” diyerek herşeye bilinçsizce atlamak değil, doğru olan noktada doğru olanı yapmak için adımı sonsuz bir iman ile atmaktır. Örnek ekstrem bir örnek olabilir ama olayları ekstrem noktalara çekerek düşünmek kişinin kendine ve verdiği tepkilere ayna tutması için güzel bir araçtır, zira zor durumlarla başa çıkma becerimizi gösterir. Bir insanın iç yüzü zor zamanlarda kendisini gösterir.
Doğru olanı yapmak ve koşulsuz, karşılıksız, kararlı bir şekilde harekete geçerek davranmak ise ancak erdemleri bilmek ve hayatı erdemlerle, dengeli, ölçülü, karşılıksız ve tutarlı bir şekilde yaşamaktan geçer. Erdemleri bilmek için önce onları öğrenmek gerekir. Cehalet odasından çıkmak için ise araştırmak, buna sahip olanlardan feyz almak, okumak ve tefekkür etmek iyi bir başlangıçtır. Ancak sadece bilmek yetmez. Sadece bilecek ve bildiklerini hayata geçirmeyeceksen, hiç bilme daha iyi. Yapmayacaksan neden bilesin ki. Cehalet de bir türlü mutluluktur ama düşük seviyeli bilinçsiz bir mutluluk. Bilmek, yapmak ve olmak farklı bilinç ve tekamül seviyeleridir. Bilgi çağında herşeyin internetten bir tık ile bulunabildiği bir zamanda bile maalesef doğru ve yararlı bilgiye ulaşmak zordur. Eski çağlara göre çok kolaydır ama bir o kadar da zordur çünkü eskiden az ve öz olan bilgi kısıtlı sayıda kişinin elinde ve elde edilmesi zor iken, günümüzde ise bilgi her yerde, çok farklı şekillerde, çok farklı yöntemlerle, çok fazla sayıda insan tarafından aktarılmaktadır ve hangi bilgiler saf, hangileri katıksız ve yararlı bilgidir teyid etmesi zordur.  Kişi bu yolda çalışmaya önce niyet ederek sonra gayret ederek çalışır, elinden gelenin en iyisini yapar ve “talih-erdem” ile yukarıda bahsettiğim şekilde gerisini Allah’ın takdirine bırakır; ki bu da kısmettir.
Özetle hayatın nihai amacı tekamül etmektir. Bunun için de her birimizin bu yaşamda alacağımız derslerden oluşan bir kaderimiz vardır. Bu kader biz bilmesek de bellidir ama oraya götüren yollar çeşitlidir ve kişinin özgür iradesinden gelen seçme hakkı bize biçilen o kadere bizi götürecek yol ve yolları seçmek ve seçtiğimiz yolun bize getirdiklerinin sorumluluğunu alarak  tecrübeden öğrenmektir.  Her şey olması gerektiği gibi olur. Tanrı’nın düzeni şaşmaz bir şekilde olması gerekeni, olması gereken zamanda ve olması gereken şekilde karşımıza çıkartır. Bu yüzden kişisel tekamülümüz için hayatı okumalı ve almamız gereken dersleri farkederek, bize hayatın tuttuğu aynada kendimize bakarak erdemli bir yaşam için NİYET-GAYRET-KISMET ile yaşamalıyız. Ancak bu şekilde cehaletten kurtularak bilmeye başlar ve bildiklerimizi de hayata geçirerek “yapmak” noktasına ulaşabiliriz. Tabii “yapmak” noktasından sonra da bir de “olmak” noktası vardır ki bu nokta artık nefes alır verir gibi yapmaktır ki işte bu bizi sonsuz bir yol olan kamil insan olma yoluna sokar.
“Hamdım, piştim, yandım” derken Mevlana’da bilmek, yapmak ve olmak yolundan bahsetmiştir. Bu yol kolay bir yol değildir ve herkese göre de değildir ancak tekamül yolu budur. Ve bu yolda olan bir kişi belli bir tekamül noktasını geçmiş ise, o zaman 2012  kehanetlerinden zihnen bağımsız bir yaşam sürer, korku, kaygı ve endişeyi bir kenara bırakarak, yaşadığı anı en büyük farkındalıkla içine çekerek, o andan öğrenmesi gerekeni öğrenir. Zira sadece ŞİMDİ vardır. ŞİMDİ’lerin arka arkaya eklenmesiyle hayatımız karelerin eklenmesiyle oluşan bire sinema filmi gibi şekillenir. Tekamül için hemen ŞİMDİ’den daha iyi bir an yoktur.
Evet 2012 geçti, bitti. Ya da bitmedi mi 2014 mü acaba? Yada 2023 mü ve ya 2100 küsur. Bu gibi sorular ve kaygılar önemli değil. Her şey olması gerektiği gibi olacaktır bu sonsuz Evren’de ve bizlerin yapabileceği kendi içimize bakmak ve kendimize ayna tutmak, sonra ne olmak istediğimize karar vermek ve aradaki farkı pozitif anlamda kapatmak için aksiyona geçmektir. Aksiyon için ise tek an vardır ki o da ŞİMDİ’dir. Tek yapabileceğimiz kendimizi değiştirmektir. Her şeyi yaptıktan sonra gerisi Allah’ın takdiridir...yani kısmet.
Sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın.
Kenan Kolday